Elime kitapları aldıkça ne okumak istediğim konusunda iyice kararsız kalıyorum. Sürükleyici bir kitap olsun, kısa olsun, çok yorucu olmasın bir yandan öğretici de olsun... Derken günlerdir kütüphanemdeki okunmamış kitapları bir bir elime alıp ilk sayfalarını okuyup geri koyduğumu fark ettim. Kendi kitaplarım arasından seçemediğimde arkadaşımın kitaplığına da el attım. Fakat o da olmadı, bir türlü ne istediğimi bilmiyordum. Roman mı olsun, referans kitabı mı yoksa bilimsel bir makale mi derken hiç bir şey okumamaya karar verdim, belki de ihtiyacım olan tam da hiçbir şey yapmamaktı.
Bazen bir restorana gider ve sayfalarca menü arasından yemek beğenemeyiz veya oturulacak onlarca boş masa arasında yer yoktur. Seçeneklerimiz azaldıkça da seçim kolaylaşır. İki yemek arasından seçmek, üç kitap arasından karar vermek daha kolay gelir. Gün içinde de bazen o kadar çok seçim yapmak zorunda kalırız ki, karar veremeyiz, en sonunda yorulur ve bırakırız.
Bu kararsızlığın kendimde son zamanlarda arttığını fark ediyorum, etrafımdaki insanların da son zamanlarda “daha farklı” olduğunu. Pandemiyle birlikte Mart ayından beri dilimize dolanan yeni normale çoktan alıştığımızı düşünüyordum ancak toplu olarak duyduğumuz endişenin, kararsızlığın, öfkenin ve konsantrasyon güçlüğünün altında yatan nedenin de yine “yeni normal” olduğunu düşünmeye başladım. Son haftalarda sanki aklımız daha dolu, biz daha bitkiniz, yorgunuz, karar vermekte zorluk yaşıyoruz ve daha çok dinlenme, tatil yapma ihtiyacı duyuyoruz. Fakat aynı zamanda dinlenmek için ya da sosyal iletişim için yapacağımız aktiviteleri de belirli yer ve belirli insanlarla sınırlıyoruz. Birçoğumuz dışarıya çıksa da, yürüyüş yapınca, yüzünce, doğada zaman geçirince bile bilinçaltımızda dışarı çıkmanın verdiği bir suçluluk hissedebiliyoruz. Normale dönmekten çok uzakta, rahat ve rahatsızlık arasında bir yerdeyiz, sanki bir şey eksik ya da yetmiyor.
Bu süreçte kimimiz alışkanlıklarımızı kaybetmiş olmanın verdiği depresif duygular deneyimliyor ve kendini daha kaygılı hissediyor olabilir. Aylar boyunca manevi açıdan sosyal destekten uzak kalmak, okula/işe gidememek, arkadaşlarla buluşamamak ve hatta spor yapamamak gibi basit aktivitelerin eksikliğini düşününce kendimizi bir anda olduğumuzdan daha enerjisiz bulmamıza şaşırmamalı. Fakat karantinada veya pandeminin en yoğun yaşandığı aylarda kontrolü elden bırakmadan evden çalışıp aynı anda ekmek yapıp, akşamları saatlerce arkadaşlarla video konuşmaları yaptığımız zamanda dış etkenlerle baş etmemize rağmen neden şimdi hayat normale dönerken başa çıkamadığımızı hissediyoruz?
Bunun iki nedeni olabilir; travma sonrası stres bozuklukları semptomları genelde kendini yaşanan olaylardan haftalar, hatta aylar sonra gösterebiliyor. İkinci ve daha yaygın nedeni ise, Minnesota Üniversitesinde psikolog olan Prof. Ann Masten’in teorisine göre; içsel kaynaklarımızı ya da dirayet kapasitemizi hiç şarj etmeden son aylarda kullanmış olmamız. Zaten süreklilik kazanmış bir belirsizlik durumuna nasıl alışabilir ya da hangi kaynak bununla baş etmeye yetebilir?
Deprem ya da sel gibi doğal afetlerle başa çıkmamıza yarayan dirayet kapasitesi, akut stres durumlarına adapte olmamızı ve hayatta kalmamızı sağlayan mental ve fiziksel kaynaklardan oluşur. Ancak bulunduğumuz süreçte olduğu gibi, uzun süren ve etkileri çoğu zaman gözle görünmeyen sonuçlara neden olduğu için çoğumuzun yaşam biçimini değiştirmiş olabilir. Bir yandan da işini kaybetme, maaş kesintisi riski ile hayat standartlarını değiştirmek durumunda kalma korkusu ve tekrar eve kapatılma endişesi içinde olduğumuzu düşününce bu durumda da kaynaklarımız yetersiz kalabiliyor.
Aynı anda iş, sosyal ve özel hayatımızda minimum şarjla aylardır aynı dirayet kapasitemizi kullanıyoruz. Bu da kümülatif bir yorgunluk ve bitkinlik haline yol açabiliyor.
Yaşadıkça aslında sürekli olarak adaptasyon ve baş etme mekanizmalarımızı duruma göre değiştirmemiz ve adapte etmemiz gereken zamanlardan geçiyoruz. Ancak, bu kaynakları tekrar doldurmadan sürekli bir belirsizliğin ve tehlikenin içinde olmak bize ruhsal olarak dinlenecek alan da sağlamıyor. Bu özellikle zaten mental kapasitemizi zorlayan ve sürekli olarak bilişsel fonksiyonları kullanmayı gerektiren bir işte çalışınca çok daha güç hale gelebiliyor. Nihayetinde, aynı kaynakları iş hayatımızda, sosyal ve özel hayatımızda da kullanmak durumunda kalıyoruz. Bu da kümülatif bir yorgunluk ve bitkinlik haline yol açabiliyor.
Aynı zamanda belirsizlik döneminin bir türlü bitmemesi ve çoğumuzun bir gün sonrası için bile kesin bir plan yapamaması daha da yıpratıcı bir faktör. Dirayet güçlendirici, iç kaynaklar genelde arkadaşlarla görüşmek, hobilerle ilgilenmek ve tatil gibi aktivitelerle yenilenirken. Bulunduğumuz durumda yapılan etkinlik veya tatil planları da tedirgin edici olmaya başladığı için iptal ediliyor ya da istendiği etkiyi yaratmıyor. Aslında dışarıda görüştüğümüz insanlarla otururken bile endişe duyuyoruz, konu bir şekilde dönüp dolaşıp yine virüse geliyor ve saatlerimizi unutmaya çalıştığımız bir konuyu konuşarak geçiriyoruz.
İnsan yapı gereği sosyal bir varlık olduğu için diğer insanlarla sürekli iletişim içinde ve çevresiyle sürekli geri bildirimde olma ihtiyacı duyar. Uzun süre izole kalmak, sosyal çevreden uzaklaşmak; yalnızlık duygusu ve depresyon gibi sonuçlar doğurabilir. Bulunduğumuz süreçte insanlarla iletişim kuruyor olabilsek bile, bu öncesine göre daha sık internet ortamında gerçekleşmeye başladı ve dışarıda görüştüğümüz kişilerin sayısını, gittiğimiz yerleri ve kurduğumuz teması da sınırlamaya başladık. Tüm bunları düşününce, karantina sonrası kaygı ve kararsızlığın artması doğal karşılanabilir.
Pandemi süreci bir yandan da her anlamda büyüteç etkisi gösterdi; sorunları olduğu gibi iyi yönleri de öne çıkardı. Buna en iyi örnek, evde kaldığımız süreçte birçoğumuzun aile ve arkadaşlarımıza manevi açıdan daha yakınlaşması, daha sık konuşması ve basit şeylerin bile daha çok değerini anlamasına yardımcı oldu. Köpeğimizle çıktığımız yürüyüş, arkadaşlarımızla içtiğimiz kahve veya ailemizle akşam film saatleri bile daha değerli hale geldi.
1938 yılından beri, Harvard üniversitesi tarafından yapılan Mutluluk (Grant) araştırmasına göre, en mutlu ve sağlıklı insanlar sosyal bağları kuvvetli, aile ve arkadaşlarıyla yakın bağları olan kişilerden oluşuyor. Bu araştırmaya göre bahsedilen sosyal bağlar yüzeysel olanlardan çok, manevi değerlerin ve daha samimi diyalogların paylaşıldığı derin ilişkiler. Bu açıdan baktığımızda, sosyal desteği güçlendirmek, manevi açıdan ciddi olarak dirayet kapasitemizi güçlendirmeye yardımcı olan bir etken.
Sosyal bağları güçlendirmenin yanında, dirayet kapasitesini güçlendiren ve kaynaklarımızı yenilemeye yardımcı olan diğer yöntemler arasında aşağıdakileri de sayabiliriz:
Değişimi ve belirsizliği kabullenmek: Pandemi öncesi dönemde dışarıda yemek yemek, konsere gitmek veya spor gibi aktivitelerle günün yorgunluğunu ve stresini atabilirken artık başka yöntemler deneyebiliriz. Değişime direnmek veya boyun eğmek yerine adapte olup, dinlendirici başka yollar bulabiliriz.
Hiçbir şey yapmamanın hafifliği: Kendimizi çok kararsız bulduğumuz zamanlarda, anında karar vermeye çalışmak yerine bazen birkaç gün ara verip öyle yapacağımız işe devam etmek aklımızı toparlamak açısından daha etkili olabilir. Bu hem olaydan uzaklaşıp farklı açıdan bakmamıza yardımcı olurken, bir yandan da zihnimizi dinlendirir. Özellikle bu gibi sürekli belirsizlik ve kaygı dönemlerinde kendimizden 100% performans beklememekte fayda var.
Mutlu eden aktivitelere devam edip, yeni hobiler edinmek: Gücümüzü toparlamamızı ve stres atmamızı sağlayan aktivitelerin hepsine devam edemesek de, alışkanlıklarımızdan kopmadan onları duruma uygun hale getirebiliriz. Her hafta dışarıda yemeğe çıkmak, kalabalığa girmek yerine sevdiğimiz yemekleri evde yapmayı deneyip ve bu alışkanlığı geçici bir süre için de olsa evde devam ettirmek, rutini bırakmadan kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlayabilir. Bir yandan da bu süreci değerlendirip yeni hobiler de edinebiliriz.
Derin sosyal ilişkiler: Harvard araştırmasında da değinildiği üzere, sosyal destek uzun ömür, mutluluk ve sağlıklı yaşamın en büyük etkenlerinden biri. Özellikle zor süreçlerden geçince daha çok desteğe ihtiyaç duyarız. Derin ilişkileri olan, duyguları ve hisleri hakkında konuşabilen insanlar kendilerini yalnız hissetmedikleri için zorluklarla daha kolay baş edebilirler.
Aynı anda iş, sosyal ve özel hayatımızda minimum şarjla aylardır aynı dirayet kapasitemizi kullanıyoruz. Çoğumuz hala rasyonel olmaya, rasyonel düşünmeye ve mantıklı tepkiler vermeye çalışıyor. Ancak bulunduğumuz durum akla uygun değilken kendimizden her zaman rasyonel olmayı beklememek gerektiğini düşünüyorum. Bir günden diğer güne oyunun bütün kuralları değişebiliyorken, geçici bir dönem için patolojik olan asıl şeyin tepki veren kişiler değil, bulunduğumuz durum olduğunu göz önünde bulundurmamıza fayda var.
Comments